31 Mart 2010 Çarşamba

Geçmiş Medeniyetlerin Hayranlık Uyandıran İzleri


ugust Comte, Herbert Spencer, Lewis Henry Morgan gibi ideologlar tarafından farklı dönemlerde ortaya atılan ve daha sonra Charles Darwin'in teorisiyle birleştirilen, sosyo-kültürel evrim kavramının yanılgılarına göre, tüm toplumlar ilkellikten medeniyete doğru bir evrim geçirmektedir. 19. yüzyılın sonlarında gelişen ve Birinci Dünya Savaşı döneminde etkisini gittikçe artıran bu yanılgı, ilerleyen yıllarda ırkçılık, sömürgecilik, öjeni gibi bir çok acımasız akım ve uygulamanın sözde bilimsel temelini oluşturdu. Dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan farklı kültürlere, renklere, fiziksel özelliklere sahip çeşitli toplumlar, bu bilim dışı anlayış öne sürülerek insanlık dışı muamelelere tabi tutuldu.


Günümüzde çok ileri medeniyetlerin yanı sıra, oldukça geri medeniyetler de varlığını sürdürmektedir. Ancak toplumların sahip oldukları teknolojik imkanların geri veya ileri olması bir toplumun diğerinden zihinsel ve fiziksel olarak daha gelişmiş ya da geri kalmış bir tür olduğunu göstermez.
Adam Ferguson, John Millar, Adam Smith gibi yazarlar ve düşünürler tüm toplumların dört temel aşamadan geçerek sözde evrimleştiklerini öne sürüyorlardı. Bu dört aşama şunlardı: Avcılık ve toplama, hayvancılık, tarım ve son olarak da ticaret. Evrimci iddialara göre sözde maymunsuluktan yeni kurtulan ilkel insan yaptığı basit aletlerle sadece avlanıyor ve etraftaki bitkileri, yemişleri vs. topluyordu, zihni ve yetenekleri biraz daha ilerledikçe evcil hayvan yetiştirmeye başladı, daha sonra tarımla uğraşabilecek kadar gelişti ve en son olarak da ticaretle uğraşabilecek zeka ve yetenek kapasitesine ulaştı. Ancak arkeoloji ve antropoloji gibi bilim dallarında yaşanan gelişmeler ve elde edilen bulgular, "kültürel ve toplumsal evrim hikayesinin" bu temel iddiasının bir geçerliliğinin olmadığını ortaya koydu. Tüm bunlar yalnızca materyalistlerin, insanı akılsız hayvanlardan evrimleşmiş bir canlı gibi gösterme ve felsefi olarak inandıkları bu masalı bilimde yerleştirme çabalarından başka bir şey değildi.

Açıktır ki, insanların avcılıkla ya da tarımla geçimlerini sağlamış olmaları, onların zihinsel yetenekleri açısından daha ileri ya da geri olduklarını göstermez. Yani, avcılıkla geçinen bir toplum daha geri ve zihinsel olarak maymunlara sözde daha yakın olduğu için avcılıkla uğraşmaz. Ya da bir toplumun tarımla uğraşması onun maymunsuluktan iyice uzaklaştığı anlamına gelmez. Toplumların uğraşıları, insanların bir başka canlıdan türediğini gösteren unsurlar da değildir. Bu uğraşılar, sözde evrimsel bir süreçle zihinsel ve yetenek olarak daha gelişmiş bireyler meydana getirmez, yeni bir canlı türü ortaya çıkaramaz. Günümüzde de teknolojik olarak geri kalmış pek çok kabile, yalnızca avcılık ve toplayıcılıkla uğraşmaktadır. Ancak bu durum onların, daha az insan olduklarını kesinlikle göstermez. Aynı durum bundan yüz binlerce yıl önce yaşayan insanlar için olduğu gibi, bundan on binlerce yıl sonra yaşayacak insanlar için de geçerlidir. Ne geçmişte yaşayanlar ilkel insanlardır, ne de gelecekte yaşayanlar daha gelişmiş farklı bir tür olacaktır.
İnsanların avcılıkla ya da tarımla geçimlerini sağlamış olmaları, onların zihinsel yetenekleri açısından daha ileri ya da geri olduklarını göstermez. Yani, avcılıkla geçinen bir toplum daha geri ve zihinsel olarak maymunlara sözde daha yakın olduğu için avcılıkla uğraşmaz. Ya da bir toplumun tarımla uğraşması onun maymunsuluktan iyice uzaklaştığı anlamına gelmez.
Bu çizimde görülen ilkel varlıklar hiçbir zaman yaşamamıştır. Bu ve benzeri resimler, Darwinist bilim adamlarının hayal ürünü çizimleridir. Bilimsel bir değeri yoktur.

Yaşam şekli açısından toplumlara evrimsel bir medeniyet tarihi çizmek bilimsel olmayan bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı, arkeolojik kazılarda elde edilen bazı buluntuların Darwinist bilim adamlarınca materyalist ideolojinin ön yargılarına uygun olarak yorumlanmasına dayanmaktadır. Bu batıl inanışa göre taş aletler kullanan insanların homurtular çıkararak dizleri bükük ve kambur şekilde yürüyen, hayvanımsı davranışlarda bulunan maymun adamlar oldukları varsayılmaktadır. Halbuki bulunan hiçbir kalıntı, bunları kullananların zihin gücünün kapasitesine dair somut ipuçları vermez. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu bir tasvir işidir; örneğin günümüzden yüz bin yıl sonra bu döneme ait değişik şekillerdeki modern sanat eserleri bulunmuş olsa ve gelecekteki insanların çağımıza ait başka hiçbir bulguları olmasa, büyük bir olasılıkla bu eserlerden yola çıkarak çağımız insanları ve sahip oldukları teknoloji hakkında çok daha farklı yorum ve tasvirler yapılabilecektir.

Toplumların evrimi iddiası, görüldüğü gibi hiçbir bilimsel bulguya dayanmayan hayal ürünü hikayelerden ibarettir. Ve bu hikayelerin temeli, insanın sözde maymunsu bir zihne sahip olduğu yanılgısını savunan bilim dışı bakış açısıdır. Harvard Üniversitesi'nden evrimci antropolog William Howells, bu gerçeğe dair şu itirafta bulunmuştur:
Evrim teorisi bedenle ilgili değil ama davranışla ilgili başka sorular da gündeme getirmektedir. Bunlar felsefeyle ilgilidir, [bilimsel] gerçekleri bulmak çok daha güçtür. Davranış, kafatası gibi fosilleşmez veya taştan aletler gibi günümüze ulaşmaz ve bu durumda bizler [eski dönemlerde] neler olmuş olabileceğine dair çok küçük işaretlere sahibizdir; hipotezlerin test edilmesi neredeyse imkansızdır.30
Nitekim son dönemlerde sosyal bilimcilerin büyük bir çoğunluğu evrimci görüşün yanlışlıklarını kabul etmektedirler. Bu bilim adamları sosyal evrim teorisinin şu noktalarda bilimle çeliştiğini söylemektedirler:

1.   Teori etnik ayrımcılıkla derinden bağlantılıdır; farklı toplumlar hakkında taraflı değerlendirmeler yapar, örneğin yalnızca Batılı toplumları medenileşmiş olarak değerlendirir.
2.   Bütün toplumların aynı yolu ya da yöntemleri izleyerek ilerlediğini ve aynı hedeflere sahip olduğunu öne sürer.
3.   Toplumu materyalist bir bakış açısıyla değerlendirir.
4.   Bulgularla büyük oranda çelişmektedir. İlkel koşullarda yaşayan pek çok toplum, modern olarak kabul edilen çeşitli toplumlardan daha medeni değerlere sahiptir, yani barışsever ve eşitlikçidir. Birçoğu beslenme koşullarına bağlı olarak da çok daha sağlıklı ve güçlüdür.

Bu maddelerde de açıkça görüldüğü gibi, toplumların ilkelden medeniye doğru ilerlediğini öne süren evrimci anlayış, bilimsel değerlerle ve gerçeklerle uyumlu değildir. Bu, materyalist ideolojinin etkisiyle öne sürülen zorlama yorumlara dayalı bir teoridir. Geçmiş medeniyetlerin geride bıraktıkları izler ve eserler de, evrimcilerin "tarihin ve kültürlerin evrimi" aldatmacasının yanılgılarını gözler önüne sermektedir.

Geçmişin İzleri Evrimi Yalanlıyor
Geçmiş medeniyetlere dair buluntular, evrim teorisinin "ilkelden medeniyete doğru ilerleme" iddialarını geçersiz kılmaktadır. Tarihin akışını incelediğimizde karşımıza çıkan gerçek, insanın her zaman günümüz insanıyla aynı zekaya ve yaratıcılığa sahip olduğudur. Yüz binlerce yıl önce yaşamış insanların ürettikleri eserler ve geride bıraktıkları izler, evrimci iddialardan bambaşka manalar taşır. Bu izleri incelediğimizde görürüz ki, geçmişte yaşamış insanlar da, zekalarıyla, yetenekleriyle yaşadıkları her çağda yeni keşifler yapmışlar, ihtiyaçlarını karşılamışlar ve kendi uygarlıklarını inşa etmişlerdir.

Gönderilen elçiler, içinde bulundukları kavmin gelişmesine ve büyük değişim yaşayıp ilerlemesine vesile olmuşlardır. Peygamberler, Allah'ın ilhamıyla, detaylı ilmi bilgiye sahiptirler. Örneğin Hz. Nuh gemi yapma teknolojisini bilmektedir. Kuran'da yer alan bilgiden Hz. Nuh'un inşa ettiği geminin buharlı bir gemi olduğu anlaşılmaktadır. (En doğrusunu Allah bilir.) Bu bilgiye, ayette yer alan "... tandır feveran ettiği zaman..."ifadesiyle dikkat çekilmektedir.
Sonunda emrimiz geldiğinde ve tandır feveran ettiği zaman, dedik ki: "Her birinden ikişer çift (hayvan) ile aleyhlerinde söz geçmiş olanlar dışında, aileni ve iman edenleri ona yükle." Zaten onunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti. (Hud Suresi, 40)
Tandır, halen çeşitli bölgelerde kullanılan bir tür ocaktır. Feveran etmek, fışkırmak ve kaynamak anlamındadır. Hz. Nuh'un gemisinin, tandırın feveran etmesiyle yani ocağın (kazanın) kaynamasıyla hareket etmeye hazır hale geldiği anlaşılmaktadır. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde de, Hz. Nuh'un gemisinin "kazanla çalışan yani bir tür buharlı gemi" olduğu açıklanmaktadır:

Tennur: Lugatta kapalı bir ocak, bir fırındır ki, dilimizde "tandır" olarak kullanılır. Feveran kelimesi de biliniyor ki, kuvvet ve şiddetle kaynamak ve fışkırmaktır.... Yani geminin yelkenli bir gemi değil, kazanla çalışan bir vapur olduğunu hatırlatır niteliktedir. (http://www.kuranikerim.com/telmalili/hud.htm)

Hz. Süleyman döneminde de, bu kutlu peygamber vesilesiyle bilim, sanat ve teknolojide çok önemli ilerlemeler sağlanmıştır. Örneğin Kuran'da Hz. Süleyman döneminde uçak gibi hızlı ulaşım araçlarının kullanıldığına işaret edilmektedir:
Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun eğdirdik)... (Sebe Suresi, 12)
Bu ayet-i kerimede ulaşılması oldukça uzak olan mesafelere, Hz. Süleyman döneminde kısa sürede ulaşılabildiğine dikkat çekilmektedir. Bu, günümüzdeki uçak teknolojisine benzer bir teknoloji kullanılan, rüzgarla hareket eden vasıtalara işaret etmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.) Ayrıca Kuran'da, Hz. Süleyman döneminde "kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar" yapıldığı haber verilmektedir.
Ona dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. "Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın." Kullarımdan şükredenler azdır. (Sebe Suresi, 13)
Bu ayetten, Hz. Süleyman'ın çok gelişmiş inşaat ve mimari teknolojisi kullandırttığı anlaşılmaktadır.
Ayette, Hz. Süleyman'ın emrinde bina ustaları ve dalgıçlar olduğu bildirilmiştir:
... Şeytanları da; her bina ustasını ve dalgıç olanı. (Sad Suresi, 36-37)
Dalgıç cinlerin Hz. Süleyman'ın emrinde olması, o dönemde deniz altındaki zenginliklerin işlendiğine işaret etmektedir. Deniz altındaki petrol, altın gibi kıymetli madenlerin çıkarılıp işlenmesi, insanlara faydalı ve kullanılır hale getirilmesi için çok yüksek bir teknoloji gerekmektedir. Hz. Süleyman döneminde bu teknolojinin kullanıldığına dikkat çekilmektedir.
Bir başka ayette ise, Hz. Süleyman'ın "erimiş bakırı sel gibi" kullandığı haber verilmiştir. (Sebe Suresi, 12) Erimiş bakırın kullanılması ile, Hz. Süleyman döneminde elektrik kullanılan yüksek bir teknolojinin varlığına da işaret edilmektedir. Bilindiği gibi bakır, elektriği ve ısıyı en iyi ileten metallerden biridir ve bu yönüyle elektrik sanayinin temelini oluşturmaktadır. Ayette geçen "sel gibi akıttık" ifadesiyle, muhtemelen Hz. Süleyman döneminde yüksek miktarda üretilen elektriğin, teknolojide pek çok alanda kullanıldığına dikkat çekilmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Kuran ayetlerinden Hz. Davud'un da demiri işlemeyi ve zırh sanatını çok iyi bildiği anlaşılmaktadır. Ayetlerde şu şekilde haber verilmektedir:
... Ve ona demiri yumuşattık. Geniş zırhlar yap, (onları) düzenli bir biçime sok ve hepiniz salih ameller yapın, gerçekten Ben, sizin yaptıklarınızı görenim (diye vahyettik). (Sebe Suresi, 10-11)
Kuran'da Hz. Zülkarneyn'in, iki dağ arasına, dönemin toplumları tarafından "aşılabilmesi ve delinmesi mümkün olmayan" bir set inşa ettiği haber verilmektedir. Ayette bildirildiğine göre, Hz. Zülkarneyn bu seti inşa ederken demir kütleleri ve eritilmiş bakır kullanmıştır:
"Bana demir kütleleri getirin", iki dağın arası eşit düzeye gelince, "Körükleyin" dedi. Onu ateş haline getirinceye kadar (bu işi yaptı, sonra:) dedi ki: "Bana getirin, üzerine eritilmiş bakır (katran) dökeyim." (Kehf Suresi, 96)
Bu bilgi, Hz. Zülkarneyn'in betonarme teknolojisinden faydalandığına işaret etmektedir. İnşaat sektöründe kullanılan en sağlam malzeme demirdir. Binaların ya da köprü, baraj gibi mimari eserlerin sağlamlığının artırılması için mutlaka demir kullanılması gerekir. Ayetten anlaşıldığına göre,  Hz. Zülkarneyn de demirleri uç uça getirmiş ve üzerlerine dökülen harç ile sağlam bir betonarme yapı oluşturmuştur. (En doğrusunu Allah bilir).

Eski Orta Amerika medeniyetlerinin yazıtlarında ise, beyaz kıyafetler içinde gelen, uzun boylu, sakallı bir kişiden bahsedilmektedir. Bu yazıtlarda, kısa bir süreyi içine alan bir dönemde, tek İlah inancının yayıldığı ve sanat ve bilimde ani bir gelişme kaydedildiği bildirilmektedir.

Antik Mısır toplumuna da Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Harun gibi birçok peygamber gönderilmiştir. Mısır medeniyetinin sanatta ve bilimde belli dönemlerde yaşadığı hızlı gelişmelerde bu elçilerin ve onlara inanan insanların büyük etkisi olmuş olabilir.

Kuran'ı ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetini takip eden Müslüman bilim adamları da, astronomi, matematik, geometri, tıp gibi bilim dallarında çok önemli keşifler gerçekleştirmişlerdir. Bu bilgiler vesilesiyle, bilimde ve toplumsal yaşamda büyük değişimler ve çok önemli ilerlemeler olmuştur. Bu Müslüman bilim adamları ve çalışmalarından bazıları şöyledir:

Abdüllatif el-Bağdadi, anatomi konusundaki çalışmaları ile tanınmaktadır. Alt çene ve göğüs kemiği gibi vücuttaki birçok kemiğin anatomisi hakkında geçmişte yapılmış hataları düzeltmiştir. Bağdadi'nin El-İfade ve'l-İtibar adlı eseri 1788 yılında düzenlenerek, Latince, Almanca ve Fransızca'ya çevrilmiştir. Makalatün fi'l-Havas isimli eseri ise beş duyu organını incelemektedir.

İbn-i Sina, birçok hastalığın nasıl tedavi edilebileceğini açıklamıştır. En ünlü eseri  olan El-Kanun fi't-Tıb Arapça yazılmış ve 12. yüzyılda Latince'ye çevrilerek Avrupa üniversitelerinde 17. yüzyıla kadar temel ders kitabı olarak kabul edilmiş ve okutulmuştur. El-Kanun'da söz edilen tıbbi bilgilerin büyük bir bölümü bugün dahi geçerliliğini korumaktadır.

Zekeriya Kazvini, Aristo'dan beri süregelen beyin ve kalple ilgili birçok yanlış düşünceyi çürütmüştür. Kalp ve beyinle ilgili bilgileri bugünkü bilgilerimize son derece yakındır.

Zekeriya KazviniHamdullah Müstevfi el-Kazvini (1281-1350) ve İbnü'n-Nefis'in anatomi üzerine olan çalışmaları modern tıp biliminin temelini oluşturmuştur.

Ali bin İsa'nın üç ciltlik göz hastalıkları üzerine yazdığı Tezkiretü'l-Kehhalin fi'l-Ayn ve Emraziha isimli eserinin birinci cildi tamamen göz anatomisine ayrılmış olup çok değerli bilgiler mevcuttur. Bu eser daha sonraları Latince'ye ve Almanca'ya çevrilmiştir.

Beyruni, Galilei'den 600 yıl önce dünyanın döndüğünü kanıtlamış, Newton'dan 700 sene önce dünyanın çapını hesaplamıştır.

Ali Kuşçu, Ay'ın evreleri üzerine önemli çalışmalar yapıp, konuyla ilgili bir kitap yayınlamıştır. Ay hakkındaki çalışmaları, kendisinden sonraki dönemlerde yaşayanlar için yol gösterici olmuştur.

Sabit Bin Kurra, Newton'dan asırlar önce diferansiyel hesabını keşfetmiştir.

Battani, yaptığı astronomik gözlemlerin doğruluğu, kendisinden sonra gelen bilim adamlarını hayran bırakmıştır. 533 yıldız gözlemlemiş, Güneş'in Dünya'dan en uzak olduğu mesafeyi doğru olarak hesaplamıştır. Trigonometri üzerine yaptığı çalışmalar ve hesaplamalarla, matematik alanında öncü olmuştur.

Ebu'l Vefa, ise trigonometriye "sekant-kosekant" terimlerini kazandırmıştır.

Harizmi, ilk cebir kitabını yazmıştır.

Mağribi, Tuhfetü'l Ada isimli kitabında üçgen, dörtgen, daire ve diğer geometrik şekillerinin yüz ölçümlerini bulmak için metodlar göstermiştir.

İbn-i Heysem, optik biliminin kurucusudur. Roger Bacon ve Kepler onun eserlerinden faydalanmışlar, Galilei de onun eserlerinden faydalanarak teleskobu bulmuştur.

Kindi, ise Einstein'dan 1100 yıl önce izafi fizik ve izafiyet teorisini ortaya atmıştır.

Pasteur'den yaklaşık 400 sene önce yaşayan Akşemseddin, mikropları ilk olarak tanıtan İtalyan hekim Fracastor'dan yaklaşık 100 sene önce mikropların varlığından bahsetmiştir.

Ali bin Abbas el-Mecusi, 10. yüzyılda yazdığı Kamil as-Sina'a at-Tıbbiya kitabıyla tıp biliminin öncüsü olmuş, eseri pek çok hastalığın tedavisinde temel kaynak kabul edilmiştir.

İbn-i Cessar, cüzzamın sebep ve tedavi şekillerini açıklamıştır.

Burada sadece birkaçına yer verilen Müslüman bilim adamları, Kuran'ı ve Peygamberimiz (sav)'in yolunu izleyerek, modern bilimin temelini oluşturacak önemli keşiflerde bulunmuşlardır.

Görüldüğü gibi, tarihte birçok kavim gönderilen elçiler vasıtasıyla sanatta, tıpta, teknolojide ve bilimde gelişmeler sağlamışlardır. Peygamberlere itaat edip uyarak, bu mübarek insanların teşvikleri ve tavsiyeleriyle onlardan öğrendikleri bilgileri geliştirmişler ve bunları sonraki nesillere de aktarmışlardır. Ayrıca tarih boyunca zaman zaman hak dinden uzaklaşıp batıl inanışlar geliştiren toplumlar, bu mübarek elçilerin tebliğleriyle yeniden tek İlah inancına dönmüşlerdir.
Geçmiş devirlere ait bulgulara bu şekilde ön yargısız bakıldığında, "insanlık tarihi"nin doğru ve net olarak anlaşılması mümkün olur.

Ayrıca daha önce de belirttiğimiz gibi, günümüzle benzer bir şekilde tarihin hemen her döneminde ileri ve geri medeniyetler birarada aynı dönem içerisinde var olmuşlardır. Nasıl ki günümüzde bir yanda uzay teknolojisi yaşanırken, diğer yanda dünyanın çeşitli bölgelerinde insanlar ilkel koşullarda yaşamlarını devam ettiriyorlarsa, geçmişte de bir yanda görkemli Mısır medeniyeti varken, diğer yanda oldukça geri medeniyete sahip toplumlar var olmuştur. Son derece gelişmiş şehirler inşa eden, ileri bir teknolojiye sahip oldukları bıraktıkları izlerden açıkça anlaşılan Mayalar, Venüs'ün yörüngesini hesaplayıp, Jüpiter'in uydularını keşfederken, aynı dönemde Avrupa'nın pek çok bölgesinde insanlar dünyanın Güneş Sistemi'nin merkezinde olduğuna inanıyordu. Mısırlılar başarılı beyin ameliyatları yaparlarken, diğer bazı bölgelerde insanlar hastalıkların sözde kötü ruhların etkisiyle oluştuğunu sanıyorlardı. Sümerler hukuk sistemleri, edebiyatları, sanat anlayışları, astronomi bilgileriyle Mezopotamya'da köklü bir medeniyet inşa ediyorlarken, dünyanın bir başka köşesinde henüz yazıyı kullanmayan topluluklar vardı. Dolayısıyla, nasıl ki günümüzde sadece ileri medeniyetler yaşamıyorsa, geçmiş de sadece geri medeniyetlerin var olduğu bir dönem değildi.

Kitabın buraya kadar olan bölümlerinde tarihin farklı dönemlerine ait delilleri ve bundan yüz binlerce ya da on binlerce yıl önce yaşamış insanların kültürlerinin örneklerini inceledik. Daha yakın tarihe baktığımızda ise yine "insanın her zaman insan olduğu" gerçeğinin delillerinden biri ile karşılaşırız. Karşımızda sözde "maymunsu"luktan yeni kurtulmuş "ilkel" insanlar değil, binlerce yıldır süregelen bir medeniyetin torunları oldukları anlaşılan uygar insanlar vardır.

20. yüzyılda gelişen teknolojiyle arkeolojik çalışmalar büyük bir hız kazanmış ve bu hızla birlikte insanlık tarihinin gerçek yüzüne ait önemli deliller toprak altından birer birer toplanmaya başlanmıştır. Böylece binlerce yıl önce, Mısır'da, Orta Amerika'da, Mezopotamya'da ve diğer bölgelerde yaşanan hayatın, pek çok yönden günümüzle paralellik gösterdiği ortaya çıkmıştır.

İnsanlık Tarihinin Şaşırtıcı Eserleri: Megalitler
Megalit, büyük taş bloklardan oluşan yapıtlara verilen isimdir. Bu yapıtlar farklı amaçlarla inşa edilmiştir. İnsanlık tarihine bakıldığında, geçmişten günümüze pek çok megalitin kaldığı görülmektedir. Bu yapıtların en şaşırtıcı yönlerinden biri, bazıları bin tondan daha ağır olan taş blokların, söz konusu yapıların inşasında nasıl kullanıldıklarıdır. Bu dev taşlar ne şekilde inşaat alanına getirilmiş, hangi teknikler kullanılarak kaldırılmışlardır. O dönemin insanları bunları nasıl üst üste koyarak bu yapıtları inşa etmişlerdir? Genellikle taşların uzak bölgelerden taşınmasıyla inşa edilen bu megalitler, birer inşaat ve mühendislik harikası olarak değerlendirilmektedir. Bu tip eserleri meydana getiren insanların ise, oldukça ileri bir teknolojiye sahip olmaları gerektiği açıktır.


Piramitlerin nasıl bir inşaat tekniği ve teknolojisi kullanılarak yapıldıkları bugün dahi tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Günümüz teknolojisiyle insanların yapımını anlamakta zorlandığı bu dev eserleri, bundan yaklaşık 2500 yıl önce insanlar büyük bir beceriyle inşa etmişlerdir. 
Bu yapıtların meydana getirilmesi için öncelikle planlanmaları gerekir, bu planın inşaatın yapımında çalışacak tüm insanlara doğru ve eksiksiz olarak bildirilmesi şarttır. Plan yapılırken, yapıtın nereye nasıl inşa edileceğini gösteren teknik çizimler yapılmalıdır. Üstelik bu teknik çizimlerdeki hesaplamaların hatasız olması gerekir, çünkü en küçük bir hesaplama hatası yapıtın inşasını imkansız hale getirebilir. Tüm bunların yanı sıra, inşaatın gerçekleşebilmesi için organizasyonun da kusursuz olması gerekir. Çalışanların koordinasyonunun sağlanması, ihtiyaçlarının (yemek, dinlenme vs) karşılanması, inşaatın istenildiği gibi ilerlemesi ve neticelenmesi için önemli hususlardır.

Bu yapıtları inşa eden insanların, tahmin edilenin ötesinde bir bilgi birikimine ve teknolojiye sahip oldukları açıkça görülmektedir. Kitabın önceki sayfalarında da değindiğimiz gibi, medeniyet her zaman ileri gitmemekte, kimi zaman da gerilemektedir. Hatta, çoğu zaman da ileri ve geri medeniyetler aynı tarih döneminde dünyanın farklı köşelerinde birarada yaşayabilmektedirler.

Söz konusu megalitleri inşa eden insanların da ileri bir medeniyeti yaşamış olmaları -arkeolojik ve tarihsel kanıtların gösterdiği gibi- oldukça yüksek bir ihtimaldir. Çünkü ortaya koydukları eserler, kapsamlı matematik ve geometri bilgisine sahip olduklarını, engebeli arazilerde, sabit noktaları ölçüp üzerine yapıt inşa edebilecek teknik bilgiyi bildiklerini, coğrafi konumları belirleyebilecek malzemeler (pusula gibi) kullandıklarını, gerektiğinde kilometrelerce uzaklıktan inşaatları için gerekli malzemeleri nakledebildiklerini göstermektedir. Tüm bunları birtakım ilkel malzemeler ve sadece insan gücü kullanarak başarmadıkları açıktır. Nitekim, günümüz araştırmacıları ve arkeologları tarafından yapılan pek çok deney, evrim teorisinin öne sürdüğü koşullarla, bu yapıtların inşa edilmiş olmasının imkansız olduğunu gözler önüne sermiştir. Evrimcilerin öne sürdüğü hayali koşulları günümüz şartlarında oluşturarak, benzer yapıtlar inşa etmeye çalışan araştırmacılar, büyük bir başarısızlıkla karşı karşıya kalmışlardır. Söz konusu araştırmacılar, değil benzer bir yapıyı inşa etmek, bu yapıtların temel malzemeleri olan taşları bir yerden diğerine taşımakta dahi büyük zorluklarla karşılaşmışlardır. Bu da bir kez daha göstermektedir ki, dönemin insanları evrimcilerin öne sürdükleri gibi geri bir hayat yaşamıyorlardı.

Sanattan zevk alıyor, mimariyi iyi biliyor, inşaat teknolojisini ustaca kullanıyor, astronomik incelemelerde bulunuyorlardı.

İştar Kapısı, Bağdat
Geçmiş medeniyetlerden geriye, çoğu zaman taş blokların, kütlesel taş yapıların ya da yüz binlerce yıl öncesinden sadece birtakım taş aletlerin kalmış olması ise son derece olağan bir durumdur. Birtakım taş yapıtlara ve eserlere bakarak dönemin insanlarının sadece taşı kullanıp işleyebilen, teknolojiden uzak geri medeniyetler olduğunu öne sürmek ise makul değildir. Bunlar, çeşitli dogmaların etkisiyle yapılan yorumlar olmanın ötesinde bilimsel bir anlam taşımamaktadır. Daha önce de vurguladığımız ve pek çok  önde gelen evrimci tarafından da kabul edildiği gibi, elde edilen kalıntılar toplumsal yaşam hakkında bizlere kesin bilgiler veremez. Ancak bu bulgular ön yargıların olumsuz etkisinden kurtularak değerlendirilirse, gerçeğe daha yakın yorumlar yapılabilir. Yüz binlerce yıl öncesine ait bir toplumdan geriye; bu toplum görkemli ahşap köşklerde yaşıyor, camdan zemini olan estetik villalar inşa ediyor, en estetik iç dekorasyon malzemeleri kullanıyor olsa dahi, bunların yüz binlerce yıl boyunca maruz kalacağı rüzgarlar, yağmurlar, depremler, sellerle aşınmaları neticesinde net deliller kalmayacağı açıktır. Ahşabın, camın, bakırın, tuncun ve diğer çeşitli metallerin doğal koşullarda aşınması en fazla ortalama 100-200 yıl sürmektedir. Yani, aradan geçen 150-200 yıl sonra evinizin beton veya ahşap duvarları aşınıp gidecek, içindeki malzemelerden ise geriye çok az iz kalacaktır. Depreme, sele veya fırtınaya maruz kalınması durumunda geriye kalan izler iyice yok olacaktır. Geriye ancak aşınması çok daha uzun zaman alan blok taş parçalar kalacaktır. Zira, küçük parçalara ayrılan taş malzemeler de ufalanıp gidecektir. Dolayısıyla salt bu taş bloklara dayanarak o dönemde yaşamış toplumların gündelik hayatları, sosyal ilişkileri, inançları, zevkleri, sanat anlayışları hakkında yapılacak yorumların kesinlik taşıması mümkün değildir.


Rudyard Kipling'in Just So Stories (İşte Öylesine Hikayeler) adlı kitabı.
Ne var ki evrimciler mümkün olmayanı yapmaya çalışmakta, birtakım buluntuları hayali yorumlarla süsleyip, çeşitli senaryolar üretmektedirler. Gerçekleri saptırarak hikayeler üretmek, aslında bazı evrimciler tarafından da bizzat eleştirilen bir durumdur. Hatta bu yaklaşımın bir de ismi vardır: "İşte öylesine hikayeler." Bu isim evrimci paleontolog Stephen Jay Gould'un, İngiliz öykü yazarı ve şair Rudyard Kipling (1865-1936) tarafından 1902 yılında yayınlanan aynı isimli kitaba atfen yaptığı eleştiriden gelmektedir. Kipling, çocuklara yönelik hikayelerini derlediği bu kitabında; canlıların çeşitli organlarını nasıl kazanmış olabileceğine dair hayal gücüne dayalı gelişimsel masallar anlatmıştı. Örneğin Kipling, filin hortumunu anlattığı hikayesinde şunları yazıyordu:
Günün birinde bir yavru fil annesinin gerektiği kadar yakınında durmuyordu. Nehrin parlak sularını gördü ve meraklı bir şekilde kıyıya yanaştı incelemeye koyuldu. Suyun yüzeyinde çıkıntı yapan bir tümsek vardı ve bunun ne olduğunu merak eden fil yavrusu daha yakından bakmak için suya doğru eğildi. Birdenbire o tümsek yukarı fırladı ve küçük filin burnunu yakaladı. [Bu, bir timsahtı]… Sonra filin yavrusu kalçasının üzerine oturdu ve kendisini geri itmeye başladı, itti, itti ve burnu giderek uzamaya başladı. Ve timsah çırpınarak kıyıya doğru çekildi ve kuyruğunun darbeleriyle suyu krema gibi beyaz yaptı; timsah da [filin burnunu] çekti, çekti ve çekmeye devam etti.31
Gould da bazı evrimci bilim adamlarını, literatürü yukarıdaki bu hikayeyle büyük paralellikler gösteren ve hiçbir şeyin kanıtı olmayan "işte öylesine hikayeler"le doldurmakla eleştirmiştir. Aynı durum evrim teorisiyle toplumların gelişimini açıklamaya çalışanlar için de geçerlidir. Kipling'in hikayeleri gibi, evrimci sosyal bilimcilerin işte-öylesine hikayeleri de sadece hayal gücüne dayanır. Ve aslında, önceleri sadece birtakım hırıltılar çıkararak kaba taş aletler kullanabilen, mağaralarda yaşayan, avcılık ve toplayıcılıkla geçinen, sonra geliştikçe tarımla uğraşmaya başlayan, daha sonra diğer madenleri kullanmaya başlayan ve gittikçe zihinsel gelişim göstererek topluluklar şeklinde yaşayıp sosyal ilişkiler kuran sözde insanlık tarihi de suyun kenarında hortumu uzayan filin masalından farklı değildir.

Bu bilim dışı anlayışı Gould şöyle ifade eder:
Bilim adamları bu masalların hikaye olduğunu bilirler; maalesef, bunlar profesyonel literatürde fazlasıyla ciddi ve gerçekçi gibi alınırlar. Daha sonra bunlar [bilimsel] 'gerçekler' haline dönüşür, popüler literatüre girerler.32 
Gould ayrıca, bu hikayelerin evrim teorisi açısından hiçbir şeyin kanıtı olmadığını şu sözleriyle belirtmiştir:
Evrimsel doğa tarihinin 'işte-öylesine hikayeler' geleneğindeki bu masallar, hiçbir şeyin kanıtı değildirler. Ancak bunların oluşturduğu ağırlık ve benzer birçok durum benim kademeli gelişim fikrine (gradualism) olan inancımı uzun bir süre önce öldürdü. Daha yaratıcı zihinler bunları hala idare edebilir, ancak sadece becerikli spekülasyonla kurtarılmış kavramlar bana fazla bir şey ifade etmiyor.33 
Ortadoğu'nun En Eski Süs Eşyaları Bulundu
30 Eylül 2006 tarihinde yayınlanan bir haberde, Suriye’nin kuzeyinde çalışma yapan bir grup arkeoloğun M.Ö. 9. yüzyıldan kalma taş ve kemikten yapılmış eşyalar bulduğu açıklandı. (Associated Press, 30 Eylül 2006) Ayrıca bu eşyaların bulunduğu binanın duvarlarında kırmızı, siyah ve beyaz renkler kullanılarak çizilmiş geometrik desenlere ve bir boğa resmine de rastlanılmıştı.
Bu haber sözde doğanın evrimi hikayesinde olduğu gibi insanlık tarihinin de evrimsel bir süreç geçirdiğini iddia eden bilim adamlarının yanılgılarını ispatlamak açısından önemlidir. Darwinizm’e körü körüne bağlı bazı tarihçiler sözde Kabataş olarak isimlendirdikleri bir dönemin yaşandığını iddia ederler. Bu dönemde yaşayan insanların olabilecek en ilkel yöntemlerle kapkacak yapıp, hayvan besleyerek, yiyecek toplayarak gelişmemiş bir hayat yaşadıklarını varsayarlar. Oysa kazılarda elde edilen antik bulgular, evrimci önyargılar bir kenara bırakılarak akılcı değerlendirildiğinde ortaya bambaşka bir tablo çıkmaktadır.

MÖ. 9. yüzyılda taş ve kemiğin oyularak çeşitli malzemeler yapılması, renkli boyalar kullanılarak duvarlara resimler çizilmesi bu dönemde hiç de evrimcilerin iddia ettikleri gibi ilkel bir hayatın yaşanmadığını gözler önüne sermektedir.

Bu insanlar da bizim gibi tabaklarda yemek yiyordu, yatacak yatakları, içinde yaşadıkları evleri, yemek pişirdikleri mutfakları, ihtiyaçlarını karşılayacakları her türlü araç gereçleri, yetiştirdikleri hayvanları vardı. O dönemde yaşayan insanlar da bizler gibi sanattan, estetikten zevk alan, kişisel zevkleri, inançları, aile hayatları olan insanlardı. Evlerinin duvarlarına yaptıkları resimler de sanattan, estetikten hoşlandıklarını hatta bunu kişisel zevk haline getirdiklerini göstermektedir. Yaptıkları çalışmalar sıradanlıktan çok uzak, emek verilmiş eserlerdir. Bu insanlar duvarın üstüne kömür parçasıyla sıradan bir resim çizmek yerine doğal maddeleri birbirine karıştırarak elde ettikleri çeşitli renklerdeki boyaları kullanarak binlerce yıl bozulmadan kalabilen renkli resimler yapmışlardı.

Söz konusu dönemde taş veya kemik yontularak yapılan eşyalar da mükemmel bir işçiliğin ürünüdür. Burada bir noktaya dikkat çekmekte fayda vardır. Evrimci tarih anlayışında, o günlerde metal araç gereçler olmadığı, sözde taş devri insanlarının sert ve keskin uçlu çakmak taşı kullandıkları iddia edilir. Oysa kazılarda elde edilen örneklerdeki mükemmellikte bir işçilik ancak metal araç gereç kullanılarak yapılabilir. Taşı taşa sürterek bir yemek kabı yapmak veya kemiği taşla yontarak mükemmel kesimli, pürüzsüz bir süs eşyası elde etmek mümkün değildir.
Ünlü arkeolog Klaus Schmidt taşı taşla yontarak bir sonuç elde edilemeyeceğini ispat eden bir çalışma yapmıştır. Bu çalışmada bir grup işçi, ellerinde taşlarla MÖ 9000 yılında yaşamış olan taş ustaları gibi sert bir zeminde oluk açmaya çalışmışlardır. Taşı oymaya çalışan işçilerin 2 saat boyunca durmaksızın devam eden çalışmaları sonucunda, ortaya sadece belli belirsiz bir hat çıkmıştır. Bu basit deney bile açıkça ortaya koymaktadır ki, dönemin insanları evrimci bilim adamlarının ileri sürdüğü gibi ilkel koşullara değil, çok büyük ihtimalle son derece gelişmiş imkanlara sahiptiler.
Evrimci bilim adamları, sözde ilkel bir insan modelini insanların zihinlerine yerleştirmeye çalışırlar. Oysa karanlık bir mağarada postlara bürünerek oturan, konuşma yeteneği olmayan yarı insan yarı maymun canlılar, yalnızca evrimcilerin hayal ürünüdür. Evrimcilerin iddia ettikleri türde hayvan-insan arası canlılar tarihte asla var olmamıştır. “Tarihin evrimi” diye birşey de hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Allah insanı aklıyla, ruhuyla üstün bir varlık olarak yaratmıştır. Antik bulgular da bize tarihin her döneminde insanın akıl ve ruha sahip olduğunu ve bu özelliklerinin sonucu olarak da yaşadığı dönemin şartları içerisinde hep medeni bir hayat sürdüğünü göstermektedir.


Newgrange

Dünyanın en ünlü taş yapıtlarından biri olan Newgrange, 93 megalitten oluşmaktadır.
MÖ 3200 yıllarında inşa edildiği kabul edilen Newgrange, Dublin yakınlarında bir anıt mezardır. Henüz Mısır medeniyetinin ortada olmadığı, Babil veya Girit medeniyetinin doğmadığı dönemde Newgrange vardı. Bu dönemde, dünyanın ünlü taş yapıtlarından biri olan Stonehenge dahi henüz inşa edilmemişti. Yapılan araştırmalar, Newgrange'in sadece bir mezar olmadığını göstermekte, bu anıtı inşa eden kişilerin kapsamlı bir astronomi bilgisine sahip olduklarını da ortaya koymaktadır. Newgrange'in astronomik özelliklerine geçmeden önce inşaat özelliklerine değinmekte yarar vardır. Çünkü Newgrange'i inşa edenlerin, üzerinde önemle durulması gereken bir mühendislik teknikleri ve mimari bilgileri vardır.

Newgrange, pek çok arkeolog tarafından teknik bir mucize olarak adlandırılmaktadır. Örneğin, yapının üzerindeki kubbe, başlı başına bir mühendislik harikasıdır. Alt tarafları ağır, üst tarafları hafif olan yekpare taşlar öylesine üst üste konulmuştur ki, her üste konan taş alttakinden biraz daha dışarı çıkık vaziyettedir. Bu şekilde, yapının üstünde orta kısımda 6 metre yüksekliğinde altıgen bir baca ortaya çıkmıştır. Bacanın sonunda istenildiğinde açılıp kapanan bir kapak taşı vardır.


Resimde Newgrange'den bir kesit görülmektedir. Newgrange'in yapımında kullanılan taş blokların nasıl taşındığı, inşaatın hangi tekniklerle yapıldığı, günümüzde halen tam olarak anlaşılamamıştır.
Bu dev yapının, mühendislikten çok iyi anlayan, iyi hesap yapabilen, doğru planlama yeteneğine sahip, yük taşımacılığı yapan ve pratik inşaat bilgilerini iyi kullanan insanlar tarafından inşa edildiği açıkça görülmektedir. Evrimcilerin iddialarıyla böyle bir yapının nasıl inşa edildiği açıklanamaz. Çünkü evrimcilerin gerçek dışı yorumlarına göre bu dönemin insanları geri ve ilkel koşullara sahiptir. Ancak böylesine dev bir yapıtın ilkel koşullarla, mühendislik ve inşaat bilgisi olmayan insanlar tarafından inşa edilmiş olması imkansızdır.
Yapının astronomik özellikleri de hayret vericidir. Bu dev anıt öyle bir şekilde inşa edilmiştir ki, Güneş'in dönüm günlerinde yapının içinde çok etkileyici bir ışık oyunu meydana gelmektedir. Kış güneşinin dönüm gününde, yani yılın en kısa gününün gün doğumundan kısa bir süre sonra, güneş ışığı doğrudan Newgrange'in mezar odasına düşmektedir. Bundan sonra çeşitli koridor kapılarına ve dev taşlara yansıyarak ilerlemekte ve en son olarak arka duvara kadar ulaşmaktadır. Ve bu esnada mükemmel bir ışık oyunu meydana getirmektedir. Dikkat çekici bir husus, ışığın yapının içine koridordan değil, koridor kapısının çatısının üzerinde özel olarak yapılmış dar delikten girmesidir. Ve yerleştirilen tüm blok taşlar da ışığın değip yansıyabileceği açıdadır. Zaten, ışık oyununu görkemli kılan unsurlardan biri de budur.

Dolayısıyla bu dev yapıyı inşa edenlerin, mühendislik bilgilerinin yanı sıra, gün dönümlerini ve Güneş'in hareketini hesaplayacak astronomi bilgisine de sahip oldukları ortaya çıkmaktadır.

Newgrange, Britanya'da eski dönemlerden geriye kalan pek çok taş yapıdan sadece birisidir. Bu yapıya bakılarak yapılması gereken yorum, söz konusu yapıtın köklü bir bilgi birikimine sahip insanlar tarafından, gelişmiş inşaat teknikleri ve araçları kullanılarak yapılmış olduğudur. Dönemin insanlarının nasıl bir hayat sürdüklerine dair yapılması gereken yorum ise, böylesine bir yapıyı inşa edebilecek insanların kendi yaşadıkları ortamların da konforlu ve gelişmiş olabileceğidir. Astronomi bilgileri, uzayı gözlemleyebilecek teknolojiye ve gözlemlerini doğru şekilde yorumlayabilecek bilgi birikimine sahip olduklarını işaret etmektedir. Uzayı gözlemleyip elde ettikleri bulguları doğru şekilde yorumlayabilen insanların, günlük yaşamları da bu birikimle doğru orantılı olarak, medeni olmalıdır. Belki de son derece konforlu konaklarda oturan, bakımlı bahçeleri olan, iyi hastanelerde tedavi olma imkanına sahip, ticari faaliyetlerde bulunan, sanata, edebiyata önem veren, geniş bir kültür birikimine sahip bu topluluktan geriye sadece bu taş yapıt kalmıştır. Bunların hepsi, arkeolojik bulgular ve tarihsel verilere dayanılarak, bu taş yapıt ve bu yapıtı inşa edenler hakkında yapılabilecek gerçekçi yorumlardır. Ne var ki evrimciler, sadece materyalist kalıplar içinde düşünmeye alıştıklarından, akla ve bilime uygun bu yorumlar yerine, belirli dogmaların ürünü olan hikayeleri anlatıp dururlar. Ancak bu hikayeler hiçbir zaman kesin bir gerçeği ifade edemez.

Stonehenge

Stonehenge ahşap bir binanın temel taşları olarak yapılmış olabilir. Bunun üstüne kurulacak ahşap bir bina rüzgardan ve fırtınadan etkilenmez. Muhtemelen binanın sadece temelleri kalmış olabilir. Nasıl ve ne şekilde yapılmış olduğu halen tartışılmakta olan Stonehenge'in bilim adamlarınca ortaya çıkarılan bir diğer önemli özelliği de, astronomiyle olan bağlantısıdır. Elde edilen bulgular, bu yapıtı inşa edenlerin mühendislik bilgilerinin yanı sıra, astronomi bilgilerinin de gelişmiş olduğunu göstermektedir.
Stonehenge çember halinde yerleştirilmiş, büyük taş bloklardan oluşan bir yapıttır. Ortalama 4.5 metre yüksekliğinde, her biri ortalama 25 ton ağırlığında yaklaşık 30 adet taş bloğun biraraya gelmesiyle oluşmuştur. İngiltere'de bulunan bu yapıt araştırmacıların çok ilgisini çekmektedir. Yapımı ve yapılış amacı hakkında pek çok teori ortaya atılmıştır. Burada üzerinde durulması gereken bu teorilerden hangilerinin doğruluk içerdiği değildir. Önemli olan bu yapıtın, evrim teorisinin insanlık tarihini açıklamak için öne sürdüğü iddiaları geçersiz kılan örneklerden biri olmasıdır.

Yapılan araştırmalar Stonehenge'in üç inşaat aşamasında meydana geldiğini ortaya koymaktadır. Birçok kaynağa göre, Stonehenge'in en eski dönemi MÖ 2800 yılına dayanmaktadır. Yani Stonehenge'in tarihi bundan yaklaşık 5000 yıl öncesine kadar uzanmaktadır. Tarihi kaynaklar, ilk inşaat sırasında arazide dev taşlardan küçük bir çember yapıldığını ve bu çemberin dışına da bir topuk taşı yerleştirildiğini ortaya koymaktadır. Daha sonra, yine dev taşlarla ikinci bir çember oluşturulmuş, bundan sonra da çemberlerin iç kısmına "mavi taş" denilen taş bloklar yerleştirilmiştir.

Bu yapının en dikkat çekici yönlerinden biri, burada kullanılan mavi taşlardır. Çünkü Stonehenge'in yakınında herhangi bir mavi taş kaynağı yoktur. Yapılan araştırmalar, bu taşların Prescelly dağlarından, yapıtın olduğu yere getirildiğini ortaya koymuştur. Burada ise karşımıza yine olağanüstü bir durum çıkmaktadır. Çünkü, söz konusu mavi taş kaynağı, Stonehenge'den yaklaşık 380 km (kara yoluyla) uzaklıktadır. Eğer dönemin insanları evrimci hikayelerde anlatıldığı gibi, ilkel koşullarda yaşayan, ellerindeki tek malzeme ağaçtan kaldıraçlar, kütükten yapılmış sallar ve taş baltalar olan insanlar olsaydı, tonlarca ağırlığındaki bu taşlar Stonehenge'in olduğu bölgeye nasıl getirilmiş olacaktı? İşte bu, evrimcilerin hayal ürünü senaryolarıyla, cevaplanması mümkün olmayan bir sorudur.

Bir grup araştırmacı, o dönemin koşullarını canlandırarak mavi taşları Stonehenge'e kadar taşımaya çalışmışlardır. Bunun için ağaçtan kaldıraçlar kullanmışlar, üç sandalı birbirine bağlayarak benzer büyüklükteki taşların sığabileceği bir sal meydana getirmişler, ağaçtan sırıkları kullanarak salı nehir yukarı taşımaya çalışmışlar, daha sonra da kabaca hazırlanmış tekerlekler üzerinde taşları tepeye doğru çıkarmaya uğraşmışlardır. Ancak tüm bu uğraşıları sonuçsuz kalmıştır. Bu, mavi taşların Stonehenge'in olduğu yere nasıl taşındığını anlayabilmek için yapılan denemelerden sadece biridir. Daha pek çok deneme yapılmış ve dönemin insanlarının nasıl bir nakliye imkanı kullandığı anlaşılmaya çalışılmıştır. Ancak evrimci ön yargıların ışığında yapılan bu araştırmalar neticeye ulaşmaktan hep uzak kalmışlardır. Çünkü tüm bu denemeler, Stonehenge'in yapıldığı dönemde yaşayanların sadece taş ve ağaç gibi kaba malzemeler kullandıkları ve geri bir medeniyete sahip oldukları yanılgısı ışığında yapılmaktadır.

Burada üzerinde durulması gereken bir husus daha vardır. Söz konusu denemeler yapılırken gemi tersanelerinde yapılan çeşitli modellerden yararlanılmakta, gelişmiş fabrikalarda üretilen halatlar kullanılmakta, detaylı hesaplar ve planlamalar yapılmaktadır. Yani günümüz teknolojisinin imkanlarından faydalanılmaktadır. Buna rağmen sonuç elde edilememektedir. Bundan yaklaşık 5000 yıl önce yaşayan insanlar ise, tonlarca ağırlığındaki bu taşları taşımışlar, coğrafi konumlarını hesaplayarak bir çember haline getirmişlerdir. Tüm bunları taş baltalar, kütükten yapılmış sallar, ağaçtan inşa edilmiş kaldıraçlarla yapmadıkları açıktır. Stonehenge ve diğer pek çok megalit, belki de bizim dahi tahmin edemeyeceğimiz bir teknoloji kullanılarak inşa edilmiştir.


Tiahuanaco şehrindeki taş yapıtlardan bir örnek. Buradaki tonlarca ağırlığındaki taşların, çelik halatlar ve vinç benzeri inşaat makineleri kullanılmadan taşınması mümkün değildir.
Tiahuanaco Şehrindeki Hayret Verici Kalıntılar
Bolivya And dağları üzerinde, Bolivya ile Peru arasında, deniz seviyesinden yaklaşık 4 bin metre yükseklikte bulunan tarihi Tiahuanaco şehri, görenleri hayrete düşüren pek çok kalıntı ile doludur. Bu bölge Güney Amerika'nın arkeolojik harikalarından biri olarak kabul edilmektedir.

Tiahuanaco'da bulunan en şaşırtıcı kalıntılardan biri, ekinoksları, mevsimleri, ayın her saatteki durumunu ve hareketlerini gösteren bir takvimdir. Bu takvim, söz konusu bölgede yaşayan insanların çok ileri bir medeniyet seviyesine sahip olduklarını gösteren delillerdendir. Tiahuanaco'daki diğer şaşırtıcı eserler ise, bazıları 100 ton ağırlığını bulan taş bloklardan oluşan yapıtlardır.

Reader's Digest Tiahuanaco şehrindeki anıtlar ve taş kalıntılar hakkında, "... Günümüzün en iyi mühendisleri, hala kendilerine bu kadar büyük kaya kütlelerini kesip taşıyarak bir şehir imar edip edemeyeceklerini sormaktadırlar. Devasa bloklar sanki bir metal kalıp kullanılarak kesilmiş gibi..." yorumunu yapmaktadır. (Simone Waisbard, in The World’s Last Mysteries, (2nd edition) p. 138, Reader’s Digest, 1978)

Örneğin bu şehirde duvarlar 100 ton ağırlığındaki kumtaşı blokları üzerine 60 tonluk başka bloklar konularak inşa edilmiştir. Bu duvarların yapılması için büyük ustalık isteyen taş işçiliği kullanılmıştır. Büyük kare taşlar, pürüzsüz oluklarla birleştirilmişlerdir. 10 ton ağırlığındaki taş bloklarda, 2.5 metre uzunluğunda delikler açılmıştır. Kalıntıların çeşitli yerlerinde 1.80 metre uzunluğunda ve yarım metre genişliğinde su kanalları vardır. Bu kanallar, günümüzde dahi eşine az rastlanır bir düzgünlüktedir. Bu insanların, -evrimci yalanlarda öne sürüldüğü gibi- teknolojik imkanları olmadan bu eserleri meydana getirmiş olmaları mümkün değildir. Zira evrimcilerin öne sürdüğü sözde ilkel koşullarda, bu eserlerden tek bir tanesinin dahi oluşturulması için bir insanın ömründen daha uzun bir süre gereklidir. Bu durumda Tiahunaco'nun meydana getirilmesi yüzlerce yıl sürerdi, ki bu da evrimci tezlerin doğru olmadığını göstermektedir.


Ağırlığının yaklaşık 10 ton olduğu tahmin edilen Güneş Kapısı'nın evrimcilerin iddia ettiği gibi teknolojik imkanları olmayan bir toplum tarafından inşa edilmiş olması imkansızdır. Bu yapıtlar, evrimcilerin insanlık tarihinin ileri doğru evrimleştiği iddiasını geçersiz kılmaktadır.
Tiahuanaco'da en dikkat çekici yapıtlardan biri de Güneş Kapısı'dır. Yekpare taştan meydana getirilen bu eser, 3 metre yüksekliğinde ve 5 metre genişliğindedir. Ağırlığının yaklaşık 10 ton olduğu tahmin edilmektedir. Kapının üzeri çeşitli çizimlerle süslenmiştir. Bu bölgede yaşayanların Güneş Kapısı'nı, nasıl bir yöntem kullanarak inşa ettikleri hala açıklanamamaktadır. Böyle görkemli bir kapının inşasında nasıl bir teknoloji kullanılmıştır? 10 ton ağırlığında kayalar, taş ocaklarından nasıl çıkarılmışlar, nereden hangi tekniklerle taşınmışlardır? Bütün bu işler yapılırken, evrimcilerin iddia ettiği gibi, basit araçlar ve gereçler kullanılmadığı açıktır.

Tiahuanaco'nun kurulmuş olduğu bölgenin coğrafi koşulları düşünüldüğünde, herşey çok daha şaşırtıcı bir hal almaktadır. Şehir, normal yerleşim alanlarından kilometrelerce uzakta ve yaklaşık 4 bin metre yükseklikte kurulmuştur. Şehrin bulunduğu yüksek platoda, atmosfer basıncının deniz seviyesinden neredeyse yarı yarıya düşmesi, oksijen oranının da çok azalması nedeniyle, insan gücü gerektiren işleri yapmak çok daha zor hale gelmektedir.

Tüm bu bilgiler, dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi burada da geçmişte çok ileri medeniyetlerin yaşadığını dolayısıyla da insanlık tarihinin ileri doğru evrimleştiği iddiasının geçersiz olduğunu göstermektedir.
ONBİR BİN YIL ÖNCE GÖBEKLİ TEPE’DE YAŞAYAN TAŞ USTALARI
Aşağıda soldaki resimlerde görülen taş işçiliği bundan 11 bin yıl önce yaşamış olan insanlara aittir. Bu detaylı şekiller, kendilerini işleyen ustaların sanat zevkini göstermektedir. Ama daha da önemlisi bu sanatçıların o dönemde çeşitli metal aletler kullanarak bu taşları yontmuş olmalarıdır. Bir insanın eline başka bir taş alıp, taşı taşa sürterek resimlerde görülen işlemeleri yapması mümkün değildir. Bu ince işçilik ancak eğe, levye, rende gibi günümüzde de taş işlemeciliğinde kullanılan metal aletler yardımıyla yapılabilir. Alt sağdaki resim de günümüzde taş işlemeciliği yapan bir kişiyi göstermektedir. 11 bin yıl önce yaşamış olan sanatçılar da ancak benzer yöntemler kullanarak bu sanat eserlerini meydana getirmiş olabilirler.

İNSANLARIN 20 BİN TON AĞIRLIĞINDA DEV İNŞA TAŞLARI
Peru'da Cuzco şehri yakınlarında bulunan antik Sacsahuamán şehrinde, İnkalar tarafından inşa edilmiş bir duvar bulunmaktadır. Duvar özellikle, farklı büyüklük ve şekilde taş bloklar kullanılarak oluşturulmuştur. Bu taş bloklar tonlarca ağırlığındadır ve bunlar yan yana o kadar düzenli yerleştirilmişlerdir ki bugün bile blokların arasına bir parça kağıt sokmak mümkün değildir. Üstelik duvarların hiçbir noktasında sıva veya çimento gibi kaynaştırma maddesi bulunmamaktadır. Bloklar, büyük bir ustalıkla bir araya getirilmiştir. Bu derece büyük taş blokların, birbirlerine monte olabilecek şekilde nasıl kesilip biçimlendirildikleri, günümüz teknolojisiyle dahi anlaşılamamıştır.
Daha da şaşırtıcı olan ise, bu duvarın inşasında kullanılan diğerlerinden daha büyük bir taş bloktur. 5 katlı bir ev büyüklüğünde ve yaklaşık 20.000 ton ağırlığında olan bu taş bloğu, Sacsahuamán'ın kurucularının nasıl hareket ettirmeyi başardıkları halen anlaşılamamıştır. Günümüzün modern makineleriyle böyle şaşırtıcı bir ağırlığı kaldırmak mümkün değildir. Bugün dünyanın en büyük vinci bile bu derece ağır bir yükü kaldırmakta zorlanacaktır. Bu da bize, İnkalar döneminde muhtemelen bugün tahmin bile edemediğimiz ileri bir teknolojinin kullanılmış olabileceğini göstermektedir.

MİMARİDE DEV TAŞLAR KULLANMAK USTACA BİR BECERİ GEREKTİRİR
On binlerce tonluk taşların kullanılmasıyla meydana getirilen yapılar, günümüzde halen şaşkınlık uyandırmaktadır. Böylesine dev taşlar kullanarak inşaat yapmak için, çelik halatlar kullanan vinçler gibi gelişmiş inşaat makinelerine ihtiyaç vardır. Evrimcilerin iddia ettiği gibi ahşap kütükler, iri halatlar, çabuk kırılabilen bakırdan malzemelerle bu taşların ocaklardan çıkarılması, taşınması, yerleştirilmesi, işlenmesi mümkün değildir. Ortadaki küçük resimde, Ramses'in dev heykelinin baş kısmının ancak çelik halatlı büyük vinçlerle taşınabildiği görülmektedir.
Luksor'daki sıra sütunlar, III. Amenhotep tarafından yaptırılmış, Tutankhamon tarafından dekore ettirilmiştir.

Jupiter Tapınağı olarak adlandırılan bu yapının inşasında da dev taş bloklar kullanılmıştır. Küçük resimde kırmızıyla işaretli olan blok taş, istinat duvarında kullanılan üç büyük bloktan biridir. Bu üç blok taşın her birinin yüksekliği yaklaşık 4.5 metre, genişliği yaklaşık 3.5 metre ve uzunluğu da yaklaşık 19 metredir. Üç taşın ortalama ağırlığı 800 ton civarındadır. Bu derece büyük bir ağırlığın madenden çıkarılıp taşınması, kullanılan inşaat makinelerinin gelişmişliğinin bir göstergesidir.
Baalbek Jüpiter Tapınağı

EVRİMCİLERİN AÇIKLAYAMADIĞI OBELİSKLER
Geçmiş medeniyetlerden günümüze kalan şaşırtıcı izlerden biri de obelisklerdir. Ortalama 20 metre uzunluğunda, tonlarca ağırlıkta olan bu dikili taşların, ocaklardan çıkarılmaları, taşınmaları, üzerlerinin işlenmesi ve bulundukları yerlere yerleştirilmeleri için ileri bir teknolojinin kullanılmış olması gereklidir. Bilinen en büyük obelisklerden biri, MÖ 1400'lü yıllarda Karnak (Mısır)'a dikilmiş olandır. 29.5 metre yükseliğinde, 1.62 metre genişliğinde ve 325 ton ağırlığındadır. Bu irilikte ve ağırlıktaki taşın, tek blok halinde, ocaktan çıkarılması da bulunduğu yere taşınması da ustalık, teknik bilgi ve alt yapı gerektirir. Bunun için bakır ve bronz gibi kolay eğilip bükülen, çabuk kırılan aletlerin kullanılamayacağı, demir ve çelikten yapılmış aletlerin kullanılması gerektiği açıktır. Bu da evrimcilerin, söz konusu dönemde henüz demirin kullanılmadığı, pek çok metalin bilinmediği iddiasını yalanlamaktadır.


Resimde obeliskin tepe noktasında bulunduğu varsayılan kısım, bu dikili taşların paratoner olarak kullanılmış olabileceğine işaret etmektedir.
Resimde (ilk resim) Asuvan yakınlarındaki granit ocağında bitirilemeden kalmış olan obelisk görülmektedir. Diğerlerinin iki katı olan bu obelisk, 41.75 metre uzunluğunda ve yaklaşık 1168 tondur. Böylesine dev bir yapının, ocaktan çıkarılıp taşınması için gelişmiş teknoloji kullanılması gereklidir.

PUMA PUNKU’DA EVRİMİ YALANLAYAN BULGULAR
Puma Punku'daki piramit kalıntısını meydana getiren taşların büyüklüğü, görenleri şaşkınlığa düşürmektedir. Piramitin en alt basamaklarını oluşturan bloklardan biri 60x50 metre genişliğinde ve yaklaşık 447 ton ağırlığındadır. Kullanılan diğer taşların da ağırlıkları 100-200 ton arasında değişmektedir. Bu dev taşların, evrimcilerin öne sürdüğü gibi, kütükler üzerinde kalın iplerle çekilerek taşındığı iddia etmek mantıklı bir yorum değildir.

Evrimci arkeolojinin Puma Punku'daki açıklayamadığı bulgulardan biri de, pek çok blok taşın birleşme noktasında bulunan izlerdir. Bu izler, metal mengene izini andırmaktadır. Uzun bir süre, T şeklindeki bu izlerin sıcak kalıpların taş blokların üzerine konularak yapıldığı düşünülmüştür. Ancak daha sonra elektron mikroskobuyla yapılan incelemeler, erimiş metal izlerini ortaya çıkarmıştır. Spektrografik incelemeler ise bu izlerin, % 2.05 arsenik, % 95.15 bakır, % 0.26 demir, % 0.84 silikon ve % 1.70 nikel alaşımından oluşan bir malzemenin izleri olduğunu göstermiştir. Tüm bunlar, geçmiş toplumların inşaatlarında gelişmiş araç gereçler kullandıklarının delilidir. (Graham Hancock, Heaven's Mirror, Three River Press, New York, 1998, s. 304)

Puma Punku'da sıkça rastlanan metal mengene izi (ortada)
Ollantaytambo'daki blok taşlarda görülen metal mengene izi (solda)
Kamboçya, Angkor Wat'taki taş yapılardaki metal mengene izi (sağda)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder